Müttefikler Levant’ta
Seferi Kuvvetle birlikte Çanakkale Boğazı’nda bulunan bir İngiliz askeri yazıyor:
Kıyı tarafından kapalı olan limanda demir attık ve en az dört günden beri bekliyoruz. Şu anda olan biten bir şey yok.
Fransızlar mavi gömlek ve kırmızı pantolonlarıyla gelince bu yer şimdilerde oldukça garip ve ilginç bir şekil aldı. mükemmel Arap atlarıyla Chasseurs d’Afrique (Afrika Avcıları), şapkam kadar siyah olan Senegal Askerleri ve bunları getirdiği çok komik küçük çadırlar ki uzunluğu 8ft. genişliği 4ft. yüksekliği de 2ft. olan bu çadırlarda altı kişi uyuyor. Altı parçadan oluşan bu çadırlar birbirlerine düğmeleniyor: Her iki tarafta ikişer düğme ve birer başta da birer düğme, her adam da çadırın bir parçasını taşıyor. Gün boyunca çadırın bir tarafını kaldırıp bir çeşit gölgelik yapıp altında oturuyorlar.
Subayları pek tabii Fransız; iyi, güneşte yanmış, büyük adamlar. Güneyden gelen bazılar koyu saçlı ve bazıları da açık renkli hoşsohbet insanlar.
Daha sonra hakiler içinde sıradan Fransız askerleri ve Avustralyalılar var. Son saydıklarım da kalıplı adamlar; gevşek kolları ve koca çeneleri var, kaba saba renkli, çirkin atları dikkatsizce sürüyorlar ve üstlerinden kolayca düşecek gibi görünüyorlar. Bunlardan başka İngiliz Piyadeleri, Gönüllü Destek Kuvvetler, Denizciler, Topçular, Pilotlar, Kazıcılar, Ordu Lojistik Birimi ve her çeşit Yunan asker ve denizcileri, köylüleri – erkek ve kadın var. Kadınlar çok az olmakla birlikte hepsi de yaşmak giyiyor.
Yüksek sesle bağıran Yunanlıların işlettiği ve meyve, şekerleme, kartpostal, sünger, her çeşit konserve, viski, brandi ve biranın satıldığı tahta dükkanlar dört bir yana göz alabildiğine uzanıyor. Girişlerinde “Bon Marché” (Ucuz) veya “Grill-room” (Et lokantası) yazan bu tahta kulübeler bizim motor barakasının yarısı büyüklüğünde; katırlar devasa saman balyaları, mühimmat vs. kutuları altında veya Kızıl Haç’ın yük arabalarını çekerken bocalayarak yürüyor. Yüzlerce küçük çocuk kendi hayatlarını tehlikeye atarak “Bir peni, efendim bir peni.” diye bağırıyorlar. Ve körfezde savaş gemileri, kruvazörler, destroyerler, nakliye gemileri, kömür gemileri, hastane gemileri, sürüler halinde Yunan ticaret uskunaları, hayvan yemiyle yüklü düz, devasa mavnalar var ve kıyıdaki çocukları andırır şekilde yaygara içinde, oflaya poflaya bir oraya bir buraya hızlıca giden ya Fransız karakol gemileri ya da bunlardan biraz daha saygın olan İngiliz karakol gemileri var.
Sağ tarafta Fransızlar bir yol ve iskele inşa ediyorlar – biraz daha ileride Avustralyalılar çoktan bir tane iskele yaptılar ve her an çökecekmiş gibi duran, uyku içindeki köye nesiller boyu hizmet etmiş olan cılız yapı, limonlarla dolu sepetlerden ağaç kütüklerine kadar akla gelebilecek her türden şeyle yüklü durumda – ve her an çökecekmiş gibi görünüyor. Tüm savaş telaşını arasında kesilmemiş saçları sanki kadınlarınki gibi bükülmüş ya da şapkalarının altına sıkıştırılmış Yunan rahipler siyah veya beyaz, subay ya da er kendilerine bakan herkesi kibar bir şekilde selamlıyor.
İç kısımlar yarım mil uzakta ve çadırların tepelerdeki uzun, düzenli sırası ile arada bir çalan borunun silik sesi hariç savaş ortalıktan silinmiş durumda. Orada bir adam elindeki çubukla dürterek zorla harekete geçirttiği öküzler tarafından çekilen tahtadan sabanıyla toprağı sürmekte. İlkbahar çiçeklerinin – gelincikler, zambaklar, karanfiller, yani bana tanıdık tüm çiçeklerin – açtığı nehrin kenarında kadınlar taşta çamaşır yıkıyor, gülüyor ve konuşuyorken arkalarındaki kuyunun olduğu taraftan İncil’deki kadın ve sürahi sahnesine çok benzeyen bir kadın yürüyor – mükemmel bir resim, vahşi Batı’nın telaşı ve karmaşası, Doğu’nun sakinliği. En son ölümcül patlayıcı ve kuyudaki sürahi – Kızıl Haç motorları ve tahta, öküze koşulmuş saban.